25 Eylül 2016 Pazar

(8) Üç Koldan Kuşatılan Türkiye-Özbekistan İlişkileri

GİRİŞ

Kardeş Özbekistan’ın Cumhurbaşkanı İslam Kerimov vefat etti. Tini şad, durağı uçmak olsun. Bir kısım İslamcı medya çok şaşırtmadı. Fakat haber veriş tarzlarındaki o nefreti bir kez daha görünce bu yazıyı kaleme almaya karar vermiştim.

Kısaca bahsetmek gerekirse, Akit gazetesinin zaten her ölümden sonra hareketlendiğini, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) "Ölüleri hayırla yâd ediniz" hadis-i şerifine nasıl muhalefet ettiğini belirtmeye gerek yok. İsmiyle müsemma gazete, haberi "İslam Düşmanıydı" ve "İsmiyle Müsemma Değildi" başlıklarıyla duyurmuş. Yeni Şafak'ta şu cümleler var: "Özbekistan'ı baskı ve işkencelerle yöneten Kerimov öldü." Aynı gazetede yeni yetme bir köşe yazarı "Müslüman ahaliye zulmetmesiyle tanıdığımız berbat bir adamdı" yazmış. Karar gazetesi Türkiye-Özbekistan ilişkilerinin inişli çıkışlı olmasından Kerimov'un baskıcı yönetimini sorumlu tutmuş. Diriliş Postası'nın bir yazarı Özbekistan'dan bahsettiği yazısında TÜRKSOY'un hiçbir faaliyetini duymamış olmakla övünmüş. Kontenjan gazetecisi olduğunu, araştırma yapmaya gerek duymadığını bu kadar çok belli etmeseydi keşke.
TÜRKEŞ DÖNEMİ

Türkiye-Özbekistan ilişkilerinin yakın geçmişine göz atarak başlayalım. 1991’de Özbekistan bağımsızlığına kavuştuğu günlerde Dış İşleri Bakanlığı koltuğunda Ali Bozer, Mesut Yılmaz gibi bir Özalist neo-liberal, Safa Giray oturuyordu. Türk Dünyası politikamız ise gerçekten çok kötü durumdaydı. Daha bir yıl önce Azerbaycan katliamı olurken Turgut Özal “Onlar Şii, bize ne?” demiş, Türk Dünyasını resmen hançerlemişti. Kıbrıs Türklüğü izole edilmişti. Azerbaycan’ın bir diğer önemli parçası olan Irak Türklüğü kırılıyordu.

Neyse ki, birkaç hafta sonra milliyetçi siyasetin en önemli ismi Alparslan Türkeş parlamentoya girmişti. Böylece yakın tarihimizin en önemli altı yıllarından birisi, milliyetçi dönem ya da Türkeş dönemi başlamıştı. Söz konusu 6 yılda, az zamanda o kadar çok iş başarıldı ki, bazı batılı kaynaklar 1997’de Türkeş’ten son on yılın gizli cumhurbaşkanı diye bahsedeceklerdi.

1992’de Ankara’da bir Türkçe Konuşan Devletler Devlet Başkanları Zirvesi yapıldı. Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) kuruldu. Kıbrıs ve Irak Türklüğü politikamız yeniden çizildi.

1993’te Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) ile Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfının (TÜDEV) işbirliğinde Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı, kısaca Türk Kurultayı düzenlendi.

İlerleyen yıllarda hem İran siyaset belgelerinde hem de Rusya bizzat Duma kararlarında “Türkiye’ye karşı PKK’nın desteklenmesi” stratejisini gizlemeyecekti. PKK’nın beli tam zamanında kırıldı. Yalnız Türkiye’nin değil aynı zamanda Türk Dünyasının umutları yeşerdi.

Özbekistan açısından bu dönemin en talihsiz gelişmesi ülkede laik düzene muhalif grupların örgütlenmeye ve Devlet’e sızmaya başlamasıydı. Aşağıda listesini vereceğim bu İslamcı grupların bir tanesi de FETÖ. Nurettin Veren Kuşatma kitabında ve yazılarında anlatıyor. FETÖ’nün siyasetçilerle birlikte gerçekleştirdiği ilk Özbekistan ziyaretinde İslam Kerimov’un “milli eğitimin idaresini verme” teklifinden bahsediyor. Bu günler kuşkusuz dilde, fikirde, iş’te birlik yanlısı olan Kerimov’un sinsi örgütle ilk tanıştığı günlerdi.

İslamcı örgütler arasında geçirgenliğin ne derece yüksek olduğunu bilenler takdir edecektir, FETÖ’nün yasaklı ERK partisi ve listedeki diğer örgütler ile bağlantısı daha ilk yıllardan itibaren Türkiye-Özbekistan ilişkilerinde hep bir tedirginliğe yol açmıştı. İslamcı medyanın bunun farkında olmaması normal. FETÖ’nün bütün foyası ortaya çıktığında, “FETÖ Muhammed Salih’e karşı Kerimov’la işbirliği yaptı” şeklinde sayıklamalar da yıllar yılı sözde “Türkçe” olimpiyatları gibi bahanelerle FETÖ’yü övmüş olanların tıynetine uygun gözüküyor.

Neyse. 1995’e dönelim. Los Angeles Times’ta enteresan bir haber yayınlanıyordu: “Özbekistan mahkemeleri kapatılan ERK partisinin 7 üyesine hapis cezası verdi. Kararın gerekçesi ise 7 kişinin Özbekistan hükumetini yıkmak için örgüt kurması ve bazı örgüt üyelerini Türkiye’de eğitmesi.”

İddialar vahimdi. Bütün bunlar Türkiye’nin kardeş Özbekistan ile ilişkilerini sekteye uğratıyordu. Parlamento dışında kalsa da yine Türkeş’in gayretleri göze çarpıyordu. 1996’da İslam Kerimov’un ev sahipliğinde 4. Türkçe Konuşan Devletler Devlet Başkanları zirvesi her şeye rağmen toplandı. Zirveye Azerbaycan’dan Devlet Başkanı Haydar Aliyev, Kazakistan’dan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan’dan Devlet Başkanı Asker Akayev, Türkiye'den Devlet Başkanı Süleyman Demirel ve Türkmenistan’dan Devlet Başkanı Saparmurat Niyazov (Türkmenbaşı) katıldılar. Zirve sonunda Taşkent Bildirisi okundu.

Bu dönemde ayrıca birçok Özbek Türkü Türkiye’deki önemli üniversitelere yerleştirilmiş, okuyorlardı. Neredeyse mezun olmak üzereydiler. Aralarından birçok soydaşla tanışma fırsatım olmuştu.

Diğer taraftan FETÖ Özbekistan’da laik düzene karşı oluşturduğu tehdidi giderek arttırıyordu. Türkiye’de ve özellikle eski Sovyetler Birliği ülkelerinde yurt, dershane, okul faaliyetleri ile yetinmiyor üniversite açmaya bile başlamıştı. En büyük zararı ise Türkiye-Özbekistan ilişkilerine veriyordu.

CEM DOKTRİNİ

1997’de Türkeş’in zamansız ölümü ile önce birkaç ay sonra hükumette ve daha sonra Türk Dünyası Politikamızda değişiklik oldu. Dış politika uzun süreliğine Kayserili İsmail Cem’in (İpekçi) eline verilecekti. İsmail Cem Cumhuriyet tarihinin en uzun süre Dış İşleri Bakanlığı yapan 4. ismi olacaktı.

Cem döneminde ömrünü Türkçülüğe adamış Ebulfez Elçibey hangi ülkeye gidecekse Dış İşleri Bakanlığından hemen diplomatik temsilciliklere talimat gidiyor, “karşılanmayacak” diyordu. Oysa siyasi kurallar cumhurbaşkanlığı yapmış kişiye görevi bittikten sonra da “cumhurbaşkanım” demeyi, aynı protokolü uygulamayı gerektiriyordu.

Türkeş’in ölümünden sonra Büyük Birlik Partisinin (BBP) bir nevi yeni arayışlara giren başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun yasaklı ERK partisi başkanı ile ilişkileri ise Türk Dünyasının elini zayıflatmış, Türkistan’da kardeş kavgası tehlikesi oluşturuyordu. Bülent Ecevit’in kurmayları bir yandan “bizim ulusçuluğumuz sizin Turancılığınız gibi dış Türkleri kapsamaz” diyerek Türkçülere hücum ederken diğer yandan dış Türklerin yaşadığı Kıbrıs’a 1974’te gerçekleştirilen barış harekâtından nemalanmayı ihmal etmiyorlardı.

Türk siyaseti dönüştürülüyordu. Daha sonra ortaya çıktı, 1998 yılının Mart ayı MGK toplantısında Ecevit FETO lideri Gülen’i bile savunmuş.

1999 yılına girdiğimizde Ecevit bir azınlık hükümetinin başkanıydı. Cem görevini sürdürüyordu. 16 Şubat’ta Türkiye Öcalan’ın yakalanmasını konuşurken Taşkent başarısız bir darbe girişimine sahne oldu. 6 tane bomba yüklü araç infilak etti. 13 kişi hayatını kaybetti. Yüzlerce kişi yaralandı.

İslam Kerimov başarısız darbe girişiminden FETÖ’yü sorumlu tuttu. Hemen İç İşleri Bakanlığı bünyesinde bir Nurculukla Mücadele Birimi kurdu. FETÖ’nün okullarını kapattı. Kapatılan okullar arasında Milli Eğitim Bakanlığının da okulları vardı.

Özbekistan'daki okullara en azından “Fetullah okulları” dahi diyemeyen basın, Ecevit gibi tehlikenin maalesef henüz farkında değildi. Pek çok gazeteci büyük bir sorumsuzluk örneği gösteriyor ve kapatılan okullara hala “Türk okulları" demekte ısrar ediyordu. Darbe girişiminden üç gün sonra Özbekistan Türkiye’deki 234 öğrenciyi geri çağırdı. Birçokları Bursa’da üniversite okuyordu diye hatırlıyorum. Öğrenciler başkentte TÖMER eğitimi aldıkları için tanışıklığımız vardı. Ankara’daki üniversitelerde üç buçuk yıl gecesini gündüzüne katmış bütün derslerini geçmiş birçok Özbek Türkü vardı. Özellikle tatil günlerinde bize Özbek pilavı ikram ettikleri çok oldu. Fakat o gece mecburen ayrılmak zorundaydılar.

Türkiye-Özbekistan ilişkileri o an için gündemi 28 Şubat’ın hışmından korunmak, himmetleri arttırmak, adliyede mülkiyede adam kafalamak olan FETÖ üyelerinin umurunda bile değildi. Sonuçta her iki toplum da büyük zarar gördü.

Cem ise gazetelerin deyimiyle “Yunanlı meslektaşı” ile gülücükler savuruyordu kameralara…

1 Mart’ta Özbek Devlet televizyonu bir yayın yaptı. Bazı gençlerle yapılan röportajları verdi.

Bir genç söze “kandırıldık” diye başladı (çok ilginç).

Sırasıyla Mübarek, Aşkabat ve Batum’dan geçerek İstanbul’a vardıklarını orada bomba eğitimi aldıklarını, atış talimi yaptıklarını anlattılar.

İddialar yine çok vahimdi. FETÖ’nün lideri olacak sümüklü, bu yayından birkaç gün sonra tedavi olma bahanesiyle gittiği Amerika’ya yerleşti. Daha sonra Green Card sahibi oldu.

Fakat Özbekistan’daki faaliyetleri hem hız kesmedi hem de Türkiye-Özbekistan ilişkilerini baltalamaya devam etti.

Nisan ayında seçimlere gidildi. Yeni kurulan koalisyonda Dış İşleri Bakanı yine Cem’di. Ecevit de aynı şekilde hükümetin başkanıydı. Hükümetin birinci ayında sarf ettiği “Özbekistan Cumhurbaşkanının Türkiye’ye yönelik hiç de haklı olmayan bazı kaygıları var” sözleri FETÖ’yü Özbekistan’daki yasadışı faaliyetlerinde cesaretlendirdi. 2007’de Fetullah’ın merhum hakkında “eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkanı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım” diyecek olmasının işte böyle tuhaf sebepleri vardı.

DAVUTOĞLU DOKTRİNİ

90’lı yıllarda bunlar yaşanırken akademisyen Ahmet Davutoğlu bir kenarda adı Stratejik Derinlik olan dış politika doktrinini olgunlaştırıyordu. 2000’li yılların ortalarına doğru bürokraside ve siyasette Davutoğlu fikirleri benimsendi. Daha sonra hükumete girdi. Başbakanlığa kadar yükseldi.

Bir dönem sık duyduğumuz Yeni Türkiye (New Turkey) kavramı mesela bir Davutoğlu icadıdır. Kavram yalnız Türk siyasetini değil aynı zamanda eski CİA başkan yardımcısı Graham Fuller’ı da etkilemiş olsa gerek, Fuller bir kitabına Yeni Türkiye Cumhuriyeti adını verdi. Ya da siz isterseniz başka türlü yorumlayabilirsiniz. Çünkü Graham Fuller aynı zamanda Green Card sürecinde Fetullah’a referans mektubu yazan adam.

“Yeni Türkiye” doktrini ya da Davutoğlu doktrininin FETÖ’yle kuşkusuz başka alanlarda da kesiştiği olmuştur. Söz gelimi doktrinin izleyicisi olan kesimler Necmeddin Erbakan hareketini kendilerine siyasi rakip olarak görmüş olabilirlerdi. FETÖ’nün de bu harekete karşı hasmane olduğu bilinir. Bundan başka her iki kesim pür-liberallere (liberteryenlere) kendilerini yakın hissetmesi, etnik hareketlere karşı yumuşak olmalarının yanı sıra Arap ve Fars ekollerine karşı tutumlarında ayrışırlar. Ancak iki grup da dış Türklere mesafeli iken Balkan, Güney/Güneydoğu Asya ve Okyanusya Müslümanlarına karşı özel olarak ilgilidir.

FETÖ’nün ihanetlerinin “Yeni Türkiye” akademisyenleri ve siyasetçileri tarafından ne yazık ki tam anlaşılmadığı bu dönemde en büyük zararı yine başta Türkiye-Özbekistan ilişkileri olmak üzere Dış Türkler politikamız gördü.

2005 yılında Birleşmiş Milletler (BM) genel kurulunda Andican olaylarının ele alındığı bir oturum gerçekleştirildi. Türkiye Hükumeti burada maalesef Özbekistan'ın yani kardeşlerimizin aleyhinde oy kullandı. Olay şok etkisine yol açtı. Türkiye soydaşını Birleşmiş Milletlere şikâyet ediyor, vefasızlık gösteriyordu. Bu sorumsuz ideolojik hamle Türkiye-Özbekistan ilişkilerinde onulmaz yaralar açacaktı.

Ahmet Davutoğlu bir dönem bizzat Dış İşleri Bakanlığını da yürüttü. Davutoğlu’nun doğduğu ilçenin adı da Taşkent. Fakat kendisinin Özbekistan’ın Taşkenti ile pek yıldızı barışmadı. 2012 yılında New York’ta Özbekistan Dış İşleri Bakanı Abdülaziz Kamilov ile kısa bir görüşme yaptı. Taşkent’e ise 2014’te gidebildi. Aynı yıl Taşkent’e Türkiye Büyükelçisi gönderildi.

Milliyetçi dönem bittikten sonra Türk Dünyası politikası oldukça zor bir dönemden geçti. O yüzden Türkiye-Özbekistan ilişkilerinde daha yakın geçmişteki olaylara da baktığımızda şimdilik ufukta çok umut verici bir durum görünmüyor.

Geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden İslam Kerimov’un 3 Eylül günü düzenlenen cenaze törenine ise Türkiye’den başbakan yardımcısı düzeyinde bir katılım oldu. G20 zirvesi devam ederken cumhurbaşkanımızın sürpriz bir ziyaret gerçekleştireceği söylentisi yayılmıştı. Fakat o ziyaret bir türlü gerçekleşmedi. Alaeddin Yalçınkaya Hoca’nın bir yazısında da belirttiği gibi, mutlaka başbakan düzeyinde katılmalıydık.

Çünkü birçok ülkenin cumhurbaşkanı düzeyinde katıldığı törene Rusya bile başbakan düzeyinde katıldı. Putin gibi G20 zirvesinde toplantı halinde olan Nursultan Nazarbayev yerine kardeş Kazakistan’dan Başbakan Kerim Masimov katıldı. Hatta Özbekistan bir süredir Kırgızistan’da sorunlar yaşamasına rağmen Kırgızistan hükumeti Başbakan Sooronbay Ceenbekov başkanlığındaki 12 kişilik bir heyet ile törende hazır bulundu. Bu gelişmeyi beklemediğimi, haberi Türkiye gazetesinde gördüğümü belirtmeliyim. Aynı gün Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev ülkesinde göçebe oyunlarının açılışını yaptı.

Dolayısıyla her ne kadar Ortadoğu’da meydana gelen bir takım gelişmelerden dolayı çöktüyse de Davutoğlu doktrininin Türkiye- Özbekistan ilişkilerini olumsuz etkilemeye devam ettiği anlaşılmaktadır.


SONUÇLAR
  1. Günümüzde en çok Türk'ün yaşadığı üç ülke vardır. Bunlar 78 milyon ile Türkiye, 35 milyon ile İran ve 31,5 milyon ile Özbekistan'dır. Bu ülkelerdeki toplam nüfus, gezegende Türkçe konuşan 222 milyonun %60'tan fazlasına tekabül ediyor.
  2. Özbekistan toprakları yani Mavera ün-Nehir bölgesi, edebiyatımızın, mimarimizin, yazı dilimizin, Çağataycamızın, matematiğimizin, astronomimizin merkez üssü olmuş bir bölgedir. Her ne kadar kişi başına düşen GSMH'sı düşük olsa da Özbekistan Türkistan'ın nüfus ve ekonomi bakımından en büyük devletidir. Coğrafi olarak da merkezî konumda bulunan ülke, Türkistan'ın hem ana gövdesi hem de bir istikrar adasıdır.
  3. Özbekistan'da FETÖ'den başka laik düzene muhalif diğer örgütleri belirtmekte fayda var:
    • Nakşıbendi gruplar (Kimilerinin Şahı Nakşıbend de dediği Nakşıbendiliğin önemli ismi Muhammed Bahaüddin'in mezarı Özbekistan'dadır)  
    • Nakşıbendi gruplar (Kimilerinin Şahı Nakşıbend de dediği Nakşıbendiliğin önemli ismi Muhammed Bahaüddin'in mezarı Özbekistan'dadır)  
    • Kadiri gruplar 
    • Hizb'ut-tahrir
    • El-Kaide
    • Yasaklı ERK partisi
    • ÖİH
    • IŞİD
  4. İslamcı gazetelerin en başta değindiğim yayınlarını hatırlarsak, İslam Kerimov hac farizasını yerine getirmiş yani hacı olmuş özünde muhtemelen dindar bir insandır. Şu bir gerçek ki, Kerimov zaten Gazze şov falan yapmadığı sürece İslamcıları hiçbir zaman memnun ve mes'ûd edemeyecekti.
  5. Türkeş'in vefatından sonra Türk Dünyası adeta yetim kalmıştır. Bunda Türkeş'ten sonra Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) genel başkanlığını yürüten Devlet Bahçeli'nin dış politikadaki pasif tutumunun katkısı büyüktür. Bunu anlamak ve MHP'nin siyasetteki belirleyiciliğini kavramak için Gülay Göktürk gibi gayri milli liberal gazetecilerin FETÖ gazetesinde yazdığı şu satırları okumak kafidir: "Ben MHP'linin pasifini severim. MHP'nin başında Bahçeli'nin bulunması şanstır." Başka söze gerek var mı? İşte bu tutum maalesef 1999 hükümet değişikliğinde Cem döneminin kesintisiz devam etmesine yol açmıştır.
  6. Hem Cem döneminde hem de Davutoğlu döneminde, ki bu dönem henüz tam bitmiş sayılmaz, Türkiye FETÖ'ye karşı yeterince önlem alamamıştır. Hatta Davutoğlu doktrininin benimsendiği uzun yıllar boyunca FETÖ'nün Devlet içine sızması hızlanmıştır. Bir diğer husus, FETÖ yalnız Özbekistan'da değil aynı zamanda Azerbaycan ve Kırgızistan gibi başka ülkelerdeki darbe girişimlerinden de sorumlu tutulmaktadır.
  7. Sünnici tutumları ile meşhur İslamcılar, Arap Fars halklara, Güney ve Güneydoğu Asya Müslümanlarına her zaman Türk Dünyasından daha fazla ilgi göstermişlerdir. Hatta geçen gün kitapçıda Kadir Mısıroğlu'nun Hilafet isimli kitabını gördüm. Sanırım yeni baskı olan kitabın kapağında akla gelebilecek bilumum Müslüman ülkelerin bayrakları vardı. Fakat inanır mısınız, bir tane Türk Devletinin bayrağı yoktu. "Türkistan, sen ne kadar öksüz, ne kadar yetimmişsin!" demekten kendimi alamadım.
  8. "Yeni Türkiye"nin diğer ülkelerden gelen milyonlarca sığınmacıya gösterdiği yakınlığı çok daha az sayıdaki Uygur Türkü ve Ahıska Türkünden esirgemesi Türkiye'yi Türk Dünyasından bir adım daha uzaklaştırmıştır. "Yeni Türkiye" bürokrat ve siyasetçileri bu konuda sürekli eleştirdikleri İsmet Paşa'ya rahmet okutmuşlardır.
  9. İslamcılar aynen Ecevit gibi Kerimov'un 1999 başarısız darbe girişimindeki tepkileri her zaman aşırı buldular. Buna rağmen "Türkistan'ın ortasında 6 tane bomba yüklü otomobil patladı, bunları kim patlattı?" sorusuna cevap veremediler. Buna Ecevit de cevap verememişti. Bu cevapsız soru Özbek Türkleri ile aramızdaki mesafeyi derinleştirdi.
  10. İslamcıların başka önemli bir sorunu da şudur: Özbekistan hükumetine baskıcı diyen İslamcılar hiçbir dini düşünceye hayat hakkı tanımayan komünizm istibdadından elbette bahsedemezler. Bu dönemde camilerin kapatıldığını, minarelerin susturulduğunu söyleyemezler. Almanya'da komünizm olmadığı halde 40 yıl önce oraya gönderdiğimiz insanların son iki nesli kayıptır. Hani Almanya'da İslamcı taban güçlüydü? Türkistan kaç nesildir zulüm, kolektivizm, esaret, emperyalizm ve soykırıma direniyor, o "jeep"le gezen İslamcılar biliyorlar mı?
  11. Stratejik derinliğin ne biçim bir derinlik olduğu anlaşılamamıştır. Çünkü Türkiye-Özbekistan arasındaki mesafeyi derinleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Gazze ile yatıp gazze ile kalkarken iki ülkenin dış işleri bakanları tam 13 yıl bir araya gelememişlerdir.
  12. İslam Kerimov'un vefatından sonra özellikle İslamcı medyada bazı kalemler –belki farkında belki farkında değil– okulları kapatılan FETÖ'nün yasını tutarcasına yazdıkları yazılarla Türkiye-Özbekistan ilişkilerine zarar vermektedirler. Bu kişiler, kendilerine "ben acaba FETÖ'nün ne kadar sinsi bir örgüt olduğunu henüz anlamadığım zamanlardaki alışkanlıklarımı devam ettiriyor muyum?" diye sormalı.
  13. İslam Kerimov'un cenaze törenine Rusya başbakan düzeyinde katılıyor, Türkiye başbakan yardımcısı düzeyinde katılıyor. Bu durum her ne kadar çökmüş olsa da Davutoğlu doktrininin etkilerinin bir süre daha devam edeceğini gösteriyor. Yoksa bu memlekette hiç kimse Arap için Fars için bayrakların yarıya indirilmediğini, yaslar ilan edilmediğini söylemesin.
  14. Özbekistan'ın politika tercihlerinin Türkistan açısından belirleyici olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Şimdiye kadar hep istikrar adası olması hasebiyle Özbekistan'ın politikasında önemli sapmalar olmaz. Türkiye'de artık Özbekistan'da meydana gelecek değişimler değil, Türk dış politikasının ne zaman düzeleceği ve yönünün Türk Dünyasına ne zaman döneceği tartışılmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder